Hz. İbrahim A.S (Halilullah) ın Dört oğlu

Maxtouch | 12:54 | 0 yorum



  Büyüklerimiz bir zaman demişlerdi  ki ırklar İbrahim A.S dört oğlundan meydana gelmiştir.  Halbuki araştırmalarımda anneleri farklıda olsa  Hz. İshak ve Hz. İsmail A.S olmak üzere iki oğlu olduğu yazılıyordu. Ne yazık ki artık Kuranı-Kerimin meal ve tefsirlerine israiliyat karıştığına ve Tevratın bozulmuş cümlelerine uydurulmaya çalışıldığını üzülerek görüyorum. . Bu arada büyüklerimiz der ki: İbrahim A.S ın üvey babası yoktur. Bu Annesinin ikinci evlilik yapmadığına işaret değil mi? Peki ayetlerde baba geçen Hazer kimdir?
Hud suresi 71. Ayette Yüce Allah :
71- İbrahim'in karısı ayakta duruyordu bunun üzerine yüzü güldü. Ona İshak'ı ve İshak'ın arkasından da Ya'kub'u müjdeledik.
buyurmaktadır. Günümüz meal ve tefsirlerinde bu Ayet-i Kerimeler
" Melekler Hz. İbrahim (a.s) yerine Hz. Sare'ye verdiler bir oğlan çocuğu müjdesini; çünkü Hz. İbrahim'in (a.s) eşi Hacer'den olma bir oğlu vardı: Hz. İsmail. Fakat Sare'nin oğlu yoktu. Hüznünü dağıtmak için ona oğlu Hz. İshak'ı müjdelediler. Hz. İshak'ı ve Hz. İshakın oğlu Hz. Yakub'u. Her ikiside Allah'ın büyük peygamberlerinden olacaklardı."
şeklinde yani Hz. Yakubu Hz. İshak ın oğlu olarak göstermekteydiler. Halbuki Ayet açıktı Hz. Sareye bu müjde verilmişti. Önce İshak A.S sonrada Yakup A.S olacaktı. (Hz. İbrahim A.S Kürttü, fakat Lain nemrutta kürttü, VE nesiler İbrahim A.S dört oğlundan meydana geldi.Yok edilen kavimleri ve kurtulanları inceleyiniz.) Lut A.S da kurtulanlardan dı fakat eşi kurtulamadı... Araplar ve yahudiler ayrı birer evlattan türedi fakat babaları İbrahim A.S ın kürt olmasına rağmen kendileri kürt değildir. Türkler de diğer bir oğuldan türemiş olabilir.. Şayet Lut A.S iBRAHİM A.S oğluysa.. hem  faciada ölen eski eşinden olma çocuklarından hemde muhtemel yeni eşinden olası çocuklarından  iki ayrı nesil daha yetişmiştir...  Bu şu demektir dünya genetik ilminde hiç birşey bilmiyor.. Sonuçta Hz. İbrahim A.S Milletinizdeniz sözü diğer ırk yada nesiller içinde azda olsa aralanıyor..)
Bu iki büyük peygambere Hz. İsmaili de eklersek Hz. İbrahimin üç oğlu olması gerekmezmiydi. Peki  Kuran-ı Kerim bilgisine sahip büyüklerimiz neden dört oğlu olduğunu söylemişlerdi. Halbuki bugüne kadar tüm islam alimleri iki oğuldan bahstmişlerdi. Kanımca Kuran-ı Kerimi bilmedikleri bir konu hakkında tevrattaki uyduruk cümlelerden yararlanarak meal ve tefsir etmişlerdi. Şimdi Ulemalarımız  ne der acaba? Biz Türkiyede gerçek müslüman %1 derken boş yere söylemiyoruz..

Japonların Nuh A.S'ın gemisi yalanı

Maxtouch | 12:50 | 0 yorum




Nuh’un Gemisi skandalı 
Hong Kong’da ‘Nuh’un Gemisi’ni bulduklarını iddia eden ekip, 2007’de de Ağrı Dağı’nda rastladıkları taşlaşmış ağaç duvarların Nuh’un Gemisi’nin bulguları olduğunu iddia etmiş 
Hong Kong’da yaptıkları basın açıklaması ile ‘Nuh’un Gemisi’ni bulduklarını iddia eden Hong Konglu ve Türklerden oluşan araştırma ekibinin geçmişte de aynı iddiayı dile getirdikleri bildirildi. Ekip, önceki gün Hong Kong’da yaptıkları basın açıklamasında, Ağrı Dağı’nda 4 bin metre yükseklikte, 12 metre boyunda, 5 metre yükseklikte bir yapı bulduklarını, hatta yapının içerisine girip araştırma yaptıklarını açıklamış, bu yapının Nuh’un Gemisi olduğunu öne sürmüşlerdi. 
Grup, ayrıca, yaptırdıkları karbon testleri ışığında, aldıkları parçaların 4800 yıllık geçmişe sahip olduğunu, bu tarihin kutsal kitaplarda Nuh Tufanı’nın oluştuğu tarif edilen dönemle uyuştuğunu  iddia etmişti. 
Evanjelist kiliseye bağlı 
Protestan Evanjelist kiliseye bağlı Hong Kong merkezli Nuh’un Gemisi Gönüllüleri (Noah’s Ark Ministries International), 2007’de de Ağrı Dağı’nın doğal bitki örtüsü görülmeyen bir yükseliğinde keşfettikleri bir mağarada taşlaşmış ağaç duvarlara rastladıklarını ve bu bulguların Nuh’un Gemisi ile ilgili ortaya çıkan ilk maddi bulgular olduğunu iddia etmişti. Araştırma ekibinin 2007 yılında yaptığı basın açıklamasında da Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’nden jeolog Dr. Ahmet Özbek ve İstanbul Üniversitesi’nden arkeolog Profesör Ahmet Belli’nin görüşlerine yer vermişlerdi.   

Büyüklerimiz der ki: "Nuhun gemisi Hakkari Cudi dağındadır. Bu gemi bütün hayvanlardan birer çifti sığdıracak şekilde çok uzun bir gemidir." Bu bilgiyi verdikten sonra zaten ağrı dağının zirvesinde çok uzun ve büyük bir geminin durabileceği bir yer olmadığını düşünmenizi tavsiye ederim. Japonların iddia ettikleri gibi 12 mt lik bir gemiye dünyanın hayvanlarından birer çifti de sığdıramazsınız... Nuh tufanında yeryüzünde bugün olduğu gibi çok insan yaşamıyordu ve gemiye girenler hariç geri kalanların hepsi bu tufanda  ölmüşlerdir.. Bu yalnış bilgi ile ne amaçlanmış olabilir? ilk akla gelen Tevratta geçen ağrı dağı üzerinden tevratın doğru, Cudi dağını açıklayan  Kuran-ı Kerimin  ise yanlış olduğu kanaatini yaymak amaçlanmış olmalıdır. Fakat bu hem aklen hemde ilmen hemde kutsal kitaplar açısından gerçek dışıdır. İslam inanaışında müslümanlar Tevratın bozulduğuna inanırlar.. Ağrı dağı örneğide bu bozulmaya işaret etmiyor mu?
Düşünün ki belkide yüzlerce metrelik çok uzun bir gemiyi siz nasıl ağrı dağının eteklerinde  düz ve sağlam bir zemin bulup  oturtacaksınız bu akıl dışıdır.
Evanjelistlerin ağrı dağı merakı hakkında bilgim olmamakla beraber,  Ağrıyı uzaylıların  üssü zannettiklerine dair yazılan ve çizilenlerin olduğunuda belirtmeliyiz. ABD li astranot Neil AMSTRONG un da Nuh A.S ın gemisini aramak için Türkiyeye Ağrı dağına geldiği ve yurdumuzda bir başka yere gitmek isterken gizlice sınırdışı edildiği büyüklerimizce söylenmektedir... Maxtouch

Mehdinin Özellikleri

Maxtouch | 06:26 | 0 yorum
          
HZ. PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZ HZ. ALİ (K.V)  HAZRETLERİNE BUYURDU Kİ:  
Ya Ali, Musa’nın yanında Harun nasıl idiyse, sen de, benim yanımda öylesin. Ancak, benden sonra nebi gelmeyecektir. [Buhari, Müslim,Tirmizi, İbni Mace, İmam-ı Ahmed, Taberani] 





  Kokumu Duyan Korkumu, Korkumu Duyan Kokumu duymayacak.  

Büyüklerimiz der ki: İnsanlar Mehdi Resulün geldiğini her yere HUZUR inmesinden  anlayacaklar.   

Buyurdular ki: Hz. Mehdi herşeyden önce fakir olacaktır. Zengin olup mehdilik iddiası güdenlere inanmayın. Kendisinin Mehdi Resul olduğunu  bilmeyecektir.  Ben mehdiyim diyerek  medyada boy gösterenlere kanmayın.. 

 O; Bütün ilimlere vakıf bütün sırlara mazhar olacak Peygamber Efendimizden rivayetlere göre Seyyid yani Hz. Peygamber S.AV – Hz. Fatıma R.A- Hz. Ali K.V silsilesi ile Hz. Hasan R.A nın soyundan gelecektir. Uzun boylu israiliyat yaratılışlı yani yapılı olup, ciddi mizaçta olacaktır. Saçları ve sakalı sık ve koyu , alnı açık, karnı geniş,  sesi ince, yere sağlam basan özel bir yürüyüşe sahip olup,  sırtında mühür bulunacaktır. Yaşayacağı yerin arap ülkelerinin dışı olması kuvvetle muhtemeldir. Onun zamanında her yer adaletle dolacak islamiyet dünyaya hakim olacak Kuran-ı Kerim altın harflerle yazılacak Ayasofya ibadete açılacaktır.. 


 Hz. Peygamber S.A.V  Efendimiz yanındaki Hz. Ali K.V Hazretleri,  Musa A.S yanındaki Harun A.S nasılsa  Mehdi Resulün yanında  İsa A.S da öyle  olacaktır.. Rivayet ederler ki  Musa A.S dilinde pelteklik vardı da Harun A.S Musa A.S yerine açıklamaktaydı.Büyüklerimiz onunla ilgili ayetlerin Kuran-ı Kerimde var olduğunu bildirmektedir…

MariLyn Monroeyu Kim ve Neden ÖLdürdü?

Maxtouch | 18:58 | 0 yorum
Yüzünden AYIŞIĞI aksederdi , İşte bu yüzden  çok güzeldi.
Büyük suikastlar tezat teorisi kullanılarak gerçekleştirilir. Öldürülecek kişinin ilişki yumağı genelde çok geniş bir yelpazeye dağıldığı için suikastı gerçekleştiren gerçek faillere ulaşmak zordur. Bu sebeple dikkatler birden fazla yöne çekilerek akıl karıştırıcı haberler yayılır. Sahte şahitler kullanılır. Cinayet genelde alakasız birine yüklenir.   Buda gerçek suçluya ulaşmayı zorlaştırmakta delillerin karartılmasını kolaylaştırmaktadır.


 Marilyn Monroe  sadece mafya yada Kennedylerle değil bilmediğimiz bir çok kesimle karışık ilişkiler içindeydi. Dramatik ve sıradan bir yaşamı olan Marilyn, şöhret basamaklarına ulaştığı yıllardan ölümüne dek  güzelliğinin ve cazibesinin etkisinde haklı bir şöhret elde etmiş ve   sayısız insanla tanışmıştı. Marilyn ve JF Kennedyin tanışması henüz ikisininde ön planda olmadıkları bir ortamında gerçekleşti. Bu tanışmanın o günlerde her ikisi açısından bir önemide yoktu. Taki JFK bakan olana kadar. Marilyn Kennedylerle tanışmamış olsaydı belki yine şöhret olabilecek fakat hayatı diğer aktiristlerden pekte farklı olmayacaktı. Onun geleceğini şekillendiren hiç şüphesiz JF Kennedy ile tanışması oldu. 
Marilyn sistemli olarak çevresi tarafından yanlız bırakılmış, dışlanmış ve yıldırılmış, hayatta tutunacak bir dalı olmayan alkolik ve uyuşturucu bağımlısı bir kadın haline getirilmiştir. Birileri Marilyn Monroe dan ne istemiş olabilir? Bildiğimiz Marilynin  şöhret yıllarından itibaren  bir çok çevre tarafından kullanıldığı. Mafya hiç bir zaman yakasını bırakmamış, Kennedy ile ilişkisi sebebiyle FBI ve CIA da hep peşindeydi. Zorluklarla dolu hayatı bazen bir otel odasında, bazen bir hafta sonu gezisinde, bazende  zengin bir işadamıyla akşam yemeğinde belkide yaşı 70 leri geçmiş yaşlı bir yahudi para babasının evinde her türlü rezaleti göğüsleyerek hep birilerini mutlu etmekle geçmişti..  Acımasız hoolywwod, Mafya-Cia-FBI-Mossad çemberinde bir başka sonuçta beklenemezdi. Evliliklerinden de umduğunu bulamamıştı. Beyzbol yıldızı Joe Dimaggio ile evlenmesi belkide en büyük hatasıydı. Peki bu kadar karanlık güçler  Marilyn Monreodan ne istiyordu?
Marilyn Monroe ile Kennedynin  tanışmalarının ikisininde gençlik yıllarına dayanır,  görüşmeleri zaman zaman seyrekte olsa devam etmiştir. Geçen yıllar Marilyn Monroe ya Kennedy e ait   kimsenin vakıf olmadığı  sırlarınıda öğretmişti. Aslında bildiği tek bir sırdı ve bu sır belkide  siyasi  değildi.  Marilyn Monroe da hayatı boyu bu sırrı kimseye açıklamadı. Fakat bu sırrın peşinde birileri daha vardı. MOSSAD.
Marilyn Monroe  bu sırrı hiç kimseye söylememesine rağmen sürekli olarak takip ediliyordu, Başkan JF Kennedy den aldığı emirle CIA başkanı Edgar Hoover, Marilyn Monroe’nun evinin dinlenmesi, dinleme cihazları yerleştirilmesi için Mafia’yı kullanmıştı. Belli ki başkan Kennedy Marilyn Monreonun konuşmasından çekiniyor onu sürekli gözetim altında tutturuyordu. 


Başkan adına bu dinlemeleri yapan CİA aslında Mossadın güdümündeydi. Mossad JF Kennedyin  marilyni CiA - FBI ve Mafya kanalıyla sürekli kontrol altında tuttuğunu ve Marilynden  çekindiğini  biliyordu.
Mossad ın amacı Marilynin bu sırrı basın yoluyla açıklamasını sağlamaktı. Böylesi önemli bir basın açıklamasına  izin vermeyecek olan Kennedy tuzağa düşecek ve marilyden kurtulmaya çalışacaktı. Mossad JF Kennedyin Marilyn Monroe öldürtmesini istiyordu.  Bu amaçla Mossad Cia kanalıyla mafyayı ve frank sinatrayı Marilyn Monroe konuşması konusunda  baskı yapması için kullandı.   Mossad JF kennedy e tuzak kurmuştu.
JF Kennedyin başkan olduğu 1960 lı yıllara kadar zaten  Marilynin hayatı kabusa dönmüştü. Karanlık çevrelerin tümü tarafından yıllarca kullanılan Marilyn Monreo  artık yorulmuştu. 1959 yılında medyaya yansıyan sorunlar Marilyn için işlerin hiçte iyi gitmediğinin göstergesiydi ve o yıllar Başkan kendisine bir çıkış olabilirdi. Ama umduğu gibi olmadı. JF Kennedy artık başkandı ve önemli sırların açığa çıkmasını istemiyordu. Özellikle bir sırrın.
Amerikan Federal Soruşturma Bürosu’nun (FBI) tarafından uzun yıllar sonra yayımlanan gizli belgeler(2010), hem politika hem de ünlüler dünyasıyla ilgili çarpıcı iddialar ortaya attı. Yayımlanan belgelerde, Frank Sinatra ve Marilyn Monroe gibi ünlülerin Kennedy kardeşlerle seks partileri düzenlediği yönündeki söylentilerine de yer verildi. 1961-1985 dönemine ait olan 2 bin 200 sayfalık FBI belgelerine göre, dönemin mafyası, efsane şarkıcı Frank Sinatra ve Hollywood yıldızı Marilyn Monroe’yla işbirliği yaparak Kennedy kardeşleri tuzağa düşürmeye çalıştı. Bilgi ve iddialar arasında tutarlılık bulduysa da yeterince sağlam olmadığı için araştırmayı sonlandırarak belgeleri yayımlayan FBI’a göre, komploların amacı, siyasi figürleri alaşağı edip itibarlarını zedelemekti. Buna göre mafya, araya suikastçıları sokmadan önce planın bir parçası olarak önemli figürleri kullandı. Üç kardeşin (John F. Kennedy, Robert Kennedy ve Edward Kennedy) bu şekilde alt edilemediği görülünce suikastçılar devreye girdi.
Aslında olayları organize eden mafya değil Mossaddır. JF Kennedy in israil politikası ve  yahudi lobisine bakış açısı başta bu lobi ve israil tarafından hiçte olumlu karşılanmamaktadır. FBI belgelerinde hatalı olan  Marilyn Monroenin frank sinatra ile beraber mafya adına komploda yer aldığı bilgisidir. Halbuki Marilyn Monroe  J.F Kennedye karşı korkutulark kullanılmaya çalışılmış bir yemdir.
Amerikalı caz piyanisti ve şarkıcı Buddy Greco, Nevada’daki evinde Monroe’nun ölümünden önceki beş günün nasıl geçtiğini ilk kez anlattığı habere göre Sinatra’nın özel uçağıyla Greco’nun evine gelen Monroe, baştan aşağı yeşil bir kıyafet giymişti. “Sinatra, Kennedyler’le olan ilişkisini anlatmasın diye onu çağırdı. Çok sır biliyordu, bunları paylaşmaya hazırlanması endişe vericiydi” diyen Greco, Monroe’nun gece sinir krizlerine girdiğini söylemiş.. Buddy Greco, Monroe’nun o hafta sonu, bir süre için metresi olduğu ABD başkanı John F. Kennedy’nin evli kardeşi Robert Kennedy ile (Bobby) 5 aylık bir ilişki yaşadığını ve Bobby tarafından terk edildiği için depresyonda olduğunu söyledi. Buddy Greco’ya göre Monroe, sarhoşken “Eğer Bobby beni aramazsa basına gidip bütün olanları anlatacağım” diye bağırdı ve alkol kullanımı nedeniyle tartışıp hakaret ettiği Sinatra tarafından otelin barından kovuldu…
Tabiki Buddy Greco yalan söylüyordu. Olay anlatılanların tam aksi yönündeydi. Hedef Robert değil JF Kennedy in  kendisiydi.
Mossad ve Cia güdümlü  frank sinetra ile  Buddy Greco hafta sonu tatilini Nevada’daki evinde geçirmesi için  Marilyn Monroe yi yanlarında davet ederler.  Amaçları Marilyn Monreonun   JF Kennedy hakkında bildiği sırrı basına açıklaması için baskı yapmaktır. Marilyn bunu kabul etmez.  Kendisi dövülür, tehdit edilir ve akabinde  mafya elemanları tarafından tecavüze uğrar bu anlarda filme alınır. Fakat  Marilyn Monroeyi yıldıramazlar. Son yıllarda Marilynin bu son tatilene ait fotoğraflar basında yayınlandı. Marilynin yüzü gözü  dudağı şişmiş perişan hali, taktığı kalın çerçeveli  gözlüklerle saklamaya çalışması dikkatlerden kaçmadı. Resimleri yorumlayan sıradan insanlar bile Marilynin fotoğraf  karelerine yansıyan  bu son haline nasıl geldiğini anlayamadıklarını söylediler. Onu tanımakta güçlük çektik.



Marilynin Kenndy hakkında bildiği sırrı açıklamayı ret etmesi üzerine    basına marilyn açıklama yapacak  haberleri kasıtlı olarak  sızdırılır. Bu haberler tabiki Başkan Kennedyi rahatsız eder. JF Kennedy yemi yutmuş tuzağa düşmüştür. JF Kennedy  marilynin ölüm kararını verir.  Bu işi kennedy adına aslında mossad planı gereği mafya üstlenir. Marilyn öldürülür. İntihar süsü verilir.  Marilyn Monroeya saç dibinden  yapılan  iğne ile ölümü sağlanır.
Ama büyük cinayetler sonrası hep başvurulan tezat teorisi yine iş başındadır. Sahte şahitler ile olay gecesi yaşananlar bulandırılır. Marilyn Monroe, öldüğü gün yani 4 Ağustos 1962’de psikiyatristiyle görüşmüş, bir ara komşular Robert Kennedy’in evden çıktığını görmüşler, akşam 8’de yatak odasına gitmiş ve masözüne telefon edip çağırmış. Aynı gün, sabaha karşı 4 sularında, Marilyn Monroe’nun yardımıcısı odasından ışık sızdığını görünce bakmış ve ünlü oyuncunun yatağında, çıplak halde uzandığını görmüş, bir elinde telefon ahizesini tutuyormuş, kadın bir şeylerin ters gittiğini anlayıp psikiyatriste tel. etmiş, o da Dr. Engelberg’i çağırmasını söylemiş. Her iki doktor da gelmişler ve Marilyn Monroe’nun öldüğünü söylemişler“. Halbuki olay günü Robert Kennedy  oraya hiç gelmemişti ve marilynin  yanında çalışanların ifadeleri ise tamamen gerçek dışıydı. Yani onun hizmetinde bulunanlar cinayet günündeki olayları bizzat  kurgulayan kişilerdi.
Ölümü tutanaklara aşırı dozda uyku ilacı zehirlenmesi yüzünden diye kaydedilmiş. Kanında 4.5 mg. ve karaciğerinde de 13 mg. barbiturat bulunmuş. Ama ölüm sebebinin zehirlenme olarak geçmesine rağmen, midesinde ve barsaklarında hiç ilaç izine rastlanmamış. Adli tıptan Dr. Sidney Weinberg, Marilyn’in ağız yoluyla herhangi bir ilaç almış olmasının imkansız olduğunu söylemiş. Evde hiç şırınga bulunmamış, ayrıca iğneyle uyuşturucu aldığını kimse görmemiş, otopsi raporlarına göre de vücudunda iğne izi bulunmamış, o gün Marilyn’in konuştuğu herkes kadının gayet neşeli ve pozitif olduğunu söylemişler, maddi olarak zaten gayet iyi durumdaymış, sadece aşk hayatında sorunlar yaşıyormuş.
Yıldızın ölümüyle ilgili olarak yıllarca bir dedektif gibi çalışan, “Bir Cinayetin Soruşturması” adlı kitabın yazarı Donald Wolfe, bu ölümün bir cinayet olduğu konusunda ısrarlıdır. Otopsiden sonra Marilyn Monroe’nun kanında 15 ile 26 kişiyi öldürecek miktarda uyuşturucu madde bulunduğuna dikkat çekiyor. ”Bir insanın kanında 12 miligram uyuşturucuya rastlanıyorsa bu işin içinde bir iş vardır. Bu miktar ağızdan alınamaz,” diyen Wolfe, oyuncunun kendi kendine hiç şırınga yapmadığını, ancak ikinci bir kişinin ona uyuşturucuyu enjekte edebileceğini söylüyor. Donald Wolfe, Fransız dergisi Paris Match’e verdiği bir röportajda, Marilyn Monroe’nun ölümüyle ilgili şu iddialarda bulunuyor: “Otopside Marilyn Monroe’nun midesinde herhangi bir uyuşturucu izine rastlanmadı. Ancak öte yandan, kanında yaklaşık 12 miligram uyuşturucu olduğu söylendi. Bu çelişkinin üzerinde durulması gerekir…
Bizce bu çelişkinin bir tek açıklaması olabilir buda raporu yazan doktorların gerçekleri saklamış ve sahte otopsi raporu tanzim etmiş olduklarıdır. 


Marilyn’in ölüm kağıdını imzalayanlardan Lionel Grandison, “her şey gerçeği örtbas etmek için hazırlanmıştı, gerçek otopsi raporu ortadan kaybolmuştu, Marilyn’in yazdığı ve intihardan hiç bahsetmediği bir not yine kaybolmuştu, ilk polis raporu da kayıptı, bana raporu imzalamam gerektiği yoksa başımın derde gireceğini söylendi, ayrıca oyuncunun ölümünden sonra sorgulanmaları beklenen iki çok önemli tanık ortadan yok oldular!
Lionel Grandison bazı doğruları işaret ediyordu. Ama tamda doğruları söylediği söylenemez.  Marilyn Monreonun öldürüldüğünü gizlemek ve olaya intihar süsü vermek için otopsi raporunu hazırlayan doktorlar sahte ölüm raporu düzenlenmişti. Bu doğruydu. Saç dibinden enjekte edilen ilaçla kanında yüksek oranda zehir olması zaten gereklilikti. Ama midesinde tespit edilecek az miktarda uyku hapı olayın direk cinayet olduğunu ispatlamayada yeterdi. Marilyn Monroe ya iğne uyku esnasında yapılmış olmalıydı.
Marilyn Monroe’nun günlüğü olan kırmızı defter de kayıptı. Oysa oyuncuyu yakından tanıyan pek çok kişi, böyle bir defterin varlığından haberdar olduklarını söylemişlerdi. Kırmızı defterde Castro’nun öldürülmesi emrinden hidrojen bombasının denenmesine ve hatta Kennedy’lerin mafya ile ilişkisine kadar her şey vardı.”   Grandison ayrıca Monroe’nun günlüğünü okuduğunu da söylemişti. İfadesine göre günlük Monroe’nun ailesi ile iletişim kurmak için kendisine verilmişti. Günlük günlerce Grandison’da kalmıştı. Kendisi hala hayatta olmasına rağmen günlük bulunamıyordu..
Bizce Grandison bu ifadeleri doğru olamazdı çünkü böyle bir günlük hiç bir zaman olmamıştı. Grandison gibi bu günlükten haberdar olduklarını söyleyenlerde yalan söylüyor   ve hedef  şaşırtıyorlardı.
Marilyn Monroe nin psikiyastristi Dr. Ralph Greenson tarafından kayda alınan terapi konuşmaları  geçen yıllarda basınla paylaşılmıştı.  Soru cevap şeklinde geçen terapilerde Dr. Greensonun özel hayatından siyasete kadar uzanan her konudaki sorularına Marilyn Monroe cevap vermekteydi. Gerçek şuydu ki Marilyn Monroe  bu sorulara kendisine yapılan  baskı sonucu nasıl cevap vermesi isteniyorsa öyle cevaplamıştı.  
Joe DiMaggio, Marilyn Monroe için sade bir cenaze töreni düzenledi. Marilyn öldüğünde 5 Ağustos’tu ve DiMaggio ile 8 Ağustos’ta yeniden evlenmeyi düşünüyorlardı. Ölüm onları ayıramadı; DiMaggio, Marilyn’in mezarına daha sonraki yıllarda da sık sık uğrayarak çiçekler bırakmaya devam etti. Monroe’nun pek çok dost ve yakınını cenaze törenine çağırmaması nedeniyle eleştirilere maruz kalan DiMaggio, bunlara sadece, “Marilyn zaten bazı arkadaşları yüzünden bu noktaya geldi,” şeklinde yanıt verdi. DiMaggio, West Wood Memorial Park’taki sade törende Marilyn’in naaşı üzerine eğilip alnından öperek, hafif ve hüzünlü bir sesle ona son sözlerini söyledi: “Seni seviyorum.”
Bizce Joe DiMaggio yalan söylüyordu. En başından beri işin içindeydi. O da karanlık bir sima olarak tarih sahnesinde vazifesini acımasızca yürüttü.
JF Kennedy kendisinin öldürüleceğini bilseydi kesinlikle marilyni öldürtmezdi. Mossad için bu sırrın önemi JF Kennedy i başkanlık koltuğundan etmekten öte geçmez. Marilyn Monroe JF Kennedy hakkında kamuoyuna karşı bu sırrı açıklamayı kabul etmiş olsaydı kesinlikle JF Kennedy istifa etmek zorunda kalacaktı. Ama  amacının sadece  JF Kenneyi başkanlıktan etmek olmadığı açık onan mossad yinede  JF Kennedyi öldürecekti. Zaten Kennedyi öldürmeyi en baştan hedeflemişlerdi. Olan Marilyn Monroe ya oldu. Hakkında konuşmadığı halde  kurnaz Mossaddın hazırladığı tuzağa aldanan JFK tarafından öldürtüldü. Ne hazindir ki konuşsada konuşmasada Marilyn Monroe öldürülecekti. Kader..
Marilyn Monroe nin bu çakallar dünyasında kendi acı kaderini yaşadı. Dinle ilgilenecek zamanıda olmadı..Konuyu Marilyn Monroe nin söylediği bir anlamlı söz ile sonlandıralım:
* Mağdurlar toplumunda yaşıyoruz. Bu öyle bir toplum ki, insanlar ayakları üzerinde durarak ya da direnerek değil, kurban edilerek rahata eriyorlar.

Kayalıklar bakiresi (Virgin of the Rocks)

Maxtouch | 18:42 | 0 yorum



Virgin of the stones

Taşlar Bakiresi

Kayalıklar bakiresi (Virgin of the Rocks) neyi anlatıyor acaba? Önce şu soruya cevap aramalıyız. Leonardo vinci tablosuna neden kayalıklar bakiresi ismini verdi. Kayalıklar bakiresi ne demektir..  bu sorunun cevabını bulabilen sırrıda çözer..yada tabloya bu ismi veren sırrıda biliyor demektir vesselam..

MEHMET AKİF VE MÜSLÜMANLAR

Maxtouch | 20:41 | 0 yorum
Mehmet Akif Ersoy, İstiklal marşımızın yazarı ve biz onun hakkında pek az şey biliyoruz. Öyleki bilinenin aksine İstanbul değil Balıkesir GÖNEN doğumludur ...

Ülkemizdeki tüm din öbeklerinin dine bağlılığını onayladıkları Müslüman bir düşünür olan Mehmet Akif, şunları söylüyor:
Biz Müslümanlar, ben öyle görüyorum, Allah ile pek laubaliyiz! Zannediyoruz ki, Çenab-ı Hak oturduğumuz yerden isteyivermekle hatırımız için ilahi kanunlarını değiştirir. Zavallı bizler. Safta emeksizce yaşamak, çalışmaksızın amacına erişmek hakkını, böyle bir ümidi kim veriyor? Müslümanlık galiba. Belki. Öyle ya, müslüman|ar Allah’ın sevgili kullarıdır. Hani Müslümanlık bir kardeşlik husule getirecekti?  Bugün Müslümanlar kadar müteferrik (dağınık], müteşeddit (katılaşmış) bir millet var mı? Diğer tarafta Müslümanlık cehalet,Müslümanlar ise sefalet  içinde mahvolup gidiyor… Müslümanlık bu dünya için bir hayat-ı tayyibe (temiz ve yüksek bir yaşam düzeyi) va’d ediyordu. Neye yermedi? İşte hep bizim cehaletimiz yüzünden. Müslümanların hepsi cahil; Arabi cahil, Türkü cahil, Kürdü; cahil, Arnavutu cahil, hepsi. Hepimiz kışkırtmaya kapılıyoruz. Hani, müminler idi? O halde nedir Müslümanların bu hali? 35$ milyon mu, 400 milyon mu, cihanda bu kadar Müslüman var; şarkta var, garpta var, şimalde var, cenupta var;  hepsi hirman içinde yaşıyorlar. Siz diyoruz ki; “Müslümanız o halde Allah bize üstünlük, başarı vermelidir”. Demek sen Müslümanlığınla Allah’ı minnet altında bırakmak istiyorsun. Ne kadar cüret. Ne kadar hamakat (ahmaklık). Doğrusu, dünya dünya olalı, gafletin cehaletin,körlüğün, sağırlığın bu mertebesi ne görülmüş ne işitilmiştir. Doğrusu, cehlin bu derecesi de mutlaka tahsil ile elde edilmek lazım gelecek. Ah, biz alık(tembel) Müslümanlar. Nasıl olmuş da bu kadar azim bir kitlenin umumu birden kötürümler gibi, hisden, hareketten mahrum kalmış?..
Görüleceği üzere, Mehmet Akif’in Müslümanlara söylediği bu sözler, öyle yenilir yutulur türden değildir. Üstelik Akif, şimdiki din eleştirmenleri gibi, diyeceklerini kitaba yazıp, kendisi saklanan türden biri değildir. Yukarıdaki sözler, onun camilerde cemaatin yüzüne karşı yaptığı konuşmalardan alınmıştır. Akif, Müslümanların yüzyıllarca süren bir uyuşukluk içinde kaldıklarını, Müslümanların yüzlerine karşı, üstelik camilerde haykırmıştır. Akif, bunun neden böyle olduğunu da anlamaya çabalamış; nedenlerden birini sezgileriyle yakalamış; ancak yeterince üzerine gidememiştir. Bakın neler söylüyor:”Kanaat’i, “tevekkül”ü, “sabır”ı, hepsini yanlış anladık.
“Sabır” nedir?.. Bize göre “sabır”, suret-i mutlakada “katlanmak” demektir. Neye katlanmak? Her şeye. Daha doğrusu katlanılmayacak şeylere. Mesela zelil (aşağılık) olmaya, hakaret görmeye, dövülmeye, sövülmeye; özetle insanlık onurumuzu lekeleyecek musibetlerin hepsine. Aman yarabbi. Kur’an ne söylüyor, biz ne anlıyoruz. “Sabır” katlanmak değil, göğüs germektir. Neye göğüs germek?
      Sonunda katlanılmayacak acılara katlanmak ıstırabına mahkum olmamak için, önceden her türlü şedaide (zorbalıklara), her türlü mezahime (sıkıntılara), mertçesine, insancasına göğüs germek. Hele “tevekkül” hiç bizim anladığımız mahiyette mi? “Tevekkül”, Kur’an’ın gösterdiği, Hadis’in gösterdiği “tevekkül”‘, bütün esbaba sarıldıktan (tüm yolları denedikten) sonra olan tevekküldür. Biz cehaletimiz (bilisizliğimiz) yüzünden dini bu hale getirdik. Din de bizi bu hale getirdi. İslam dini bir miskinlik (uyuşukluk) dini oldu.
Akif’in son sözleri, üzerinde oldukça düşünülmesi gereken somut bir  gerçeğin dile getirilişidir:
Dini bizler bu hale getirdik, Din de bizi bu hale getirdi…
Not: Dinde bizi bu hale  getirdi cümleleri yanlış anlaşılmamalıdır. Birileri dini yanlış anlıyor ve uyguluyorsa bu onun kusurudur dinin değil din güzeldir. Bir insan hem namaz kılıyor oruç tutyor buna rağmen sahtekarlık hırsızlık yapıyor yalan söylüyorsa haram yiyip cimrilik ediyorsa ve dilinden de Allah peygamber eksik olmuyorsa  bu onun suçudur bunu asla dine mal edilmemelidir.

Kırkpınar’ın Namlı Pehlivanları

Maxtouch | 20:39 | 0 yorum

Pehlivanlarin Piri Hazret-i Hamza Veli

   
Beyit: Biz sünneti terk etmeyiz.

Allah Allah İllallah
erler çikti meydana,
biri birinden merdane,
biri ak, biri kara
Mevlam her birine kuvvet vere.
bu meydan er meydanidir,
nice koç yigitler bu meydandan geçti,
aci tatli suyun içip göçtü
atlar gibi tepisin,
aslanlar gibi kapisin
ya Muhammed, ya Ali
Pehlivanlarin Piri Hazret-i Hamza Veli,
dellal çiksin aradan,
hepsine kuvvet versin Yaradan,
pehlivan, pehlivan
ıste meydan, iste pehlivan
güres edenlere yardim eder Hazret-i Yaradan
hani ali, hani veli
pirimiz, üstadimiz Hazret-i Hamzadır belli
karsidan gelir kir at,kanatlari kat kat,
gönderelim Hazret-i Muhammede salavat.
____________________________________________________

Kırkpınar’ın Namlı Pehlivanları

Kırkpınar güreşlerinde üstün kuvvetleri ve oyun bilgileri ile güreşseverleri büyüleyen, onların kalbini kazanan pek çok unutulmaz pehlivan vardır, ikinci Sultan Mahmut Devri başpehlivanlarından Kalyoncu olarak 1827 Navarin Deniz Savaşı’na katılan, yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra da Kırkpınar’da başpehlivanlığı elde eden Yozgatlı Kel Hasan‘ın şöhreti günümüze kadar uzanan güreşçilerdendir.
Sivastopol Savaşı’nda (1854-1855) topçu askeri olarak çarpışan Akkoyunlu Kazıkçı Karabekir, Sultan Abdülaziz tahta çıktıktan sonra (1861) nam salmış pehlivanlardandı. Arnavutoğlu Ali Pehlivan ile berabere kalan Kazıkçı Kara Bekir, Kavasoğlu’nu Kırkpınar’da açık düşürerek başpehlivanlığı elde etmiştir.
Kastamonu’nun Cambaz Köyü’nde doğan Arnavutoğlu Ali Pehlivan da Kırkpınar’ın namlılarındandır. Abdülaziz’in veliahtlığı zamanında (1839-1861) saraya intisap eden Arnavutoğlu, 1860 yılında Kırkpınar başpehlivanlığını kazanmıştır. O devrin iri-yarı pehlivanlarının aksine 80-85 kilo ağırlığında olan Ali Pehlivan, gayet zeki ve usta bir güreşçi olarak tanınmakta. Gençliğinde Yunanistan’da şekercilik yaptığından “Arnavutoğlu” lakabı takılmış olup, Arnavut’lukla alakası yoktur. Bu büyük pehlivan 42 yaşına kadar güreşmiş ve hiç yenilmeden meydanlardan çekilmiştir.
Kırkpınar’da boy gösteren Pomak güreşçilerinin bilinen ilki olan Kavasoğlu Koca İbrahim, 1830′larda doğmuş, gayet iri yapılı yağlıcılardandı. Sultan Abdülaziz’in padişahlığı sırasında saraya alınmış, Şamdancıbaşılığı görevini yürütürken sporuna da devam etmiştir. Arnavutoğlu Ali Pehlivan’dan 15 yaş küçük olduğu belirtilen Kavasoğlu, başpehlivanlığın Pomak’lardan başkasına geçmemesi için Kel Aliço ile Kara İbo’yu yanına getirtmişti. Zaten bu üç emsalsiz pehlivan birbirleriyle de akrabaydılar. Kavasoğlu 1.90 m. boyunda ve 150 kilo ağırlığındaydı.
Koca Yusuf un hayran olduğu güreşçi Şamdancıbaşı Kara İbo da Abdülaziz’in başpehlivanlarındandı. Gayet yakışıklı ve kuvvetli bir yiğit olan Kara İbo, sarayda şamdancıbaşılık yaptı. Sultan Abdülaziz ile birlikte Paris’e giden Kara İbo, padişahın gözdelerinden Arzıniyaz’a gönül verdi ve amansız bir hastalığa tutularak, kimilerinin iddiasına göre padişah tarafından zehirletilerek öldürüldü.
Kırkpınar kapışmalannın münakaşasız en büyük ismi Plevneli Kel Aliço idi. Kırkpınar’da tam 27 yıl başpehlivan oldu. Üst üste üç yıl başpehlivanlığı kazanacak olana o yıllarda da kemer verilmiş olsa Kel Aliço’nun tam 9 altın kemer alması gerekiyordu. 1885 tarihine kadar güreşe devam eden Kel Aliço, Şamdancıbaşı Kara İbo ve Makarnacı ile birlikte Kırkpınar’da başpehlivanlık namını sürdüren pehlivanlardandır. Suyolcu Mehmet pehlivan Aliço’nun “Gaddar” olduğunu anlatırdı.
Sultan Abdülaziz’in huzurunda Kel Aliço’yu yendiği söylenen Makarnacı Hüseyin Pehlivan da sarayda Kuşçubaşılık yaptı. Makarnacı, Kırkpınar’dan yetişme bir pehlivandı.
Bu dev güreşçilerin yanı sıra aynı dönemlerde Hamlacı Kayısoğlu, Hamlacı Sarı Hüseyin, Hamlacı Mustafa, Büyük Danacı, Küçük Danacı, Karagöz Ali, Pomak Deli Murat, Has Ahırlı Abdurrahman, Deliosmanlı Kara Ahmet, Has Ahırlı Çorumlu Zeynel, Koca Yusuf un ustası Pamukçulu veya Pamuk Osman, Suyolcu Mehmet Pehlivanlar da er meydanlannda kısmetlerini aradılar.



Koca Yusuf un başlı başına bir “Güreş imparatoru” olduğu yıllarda ise Kel Aliço’nun çırağı Abdul Halil (Adalı Halil) Filiz Nurullah, Kara Ahmet, Kurtdereli Mehmet, Bursalı Koca Rüstem ve Katrancı en namlı pehlivanlardandı.
Suyolcu Mehmet Pehlivan anılarında yenilgi yüzü görmeyen Yörük Ali Pehlivan’ın çırağı olduğunu belirtir. Kendi çırağı olarak da Çolak Molla Mümin Hoca‘yı gösterirdi. Suyolcu’ya göre Mümin Hoca, Rami civarında yapılan bir güreşte Koca Yusuf u açık düşürmeyi başaran tek güreşçiydi. Molla, genç yaşta öldürüldü.
Tophaneli Yusuf Mehmet (Küçük Yusuf) da Koca Yusuf devrinin iyi pehlivanlarındandı. Kara Ahmet’i 3 dakikada yenen Yusuf, Kırkpınar’ın dışında fazla nam sahibi olamadı.
1867 yılında Edirne’de Meriç nehrinde bir adada dünyaya gelen Adalı Halil (Abdül Halil) pehlivanlık sanatını ustaların ustası Kel Aliço’dan aldı. 1.88 m. boyunda ve 120 kilo civarındaydı. Güreşler kızışınca ustası Kel Aliço gibi o da gaddarlaşırdı. Adalı Halil, Avrupa ve Amerika’da en fazla mindere çıkan ve en fazla galibiyetler elde eden üç pehlivanımızdan birisidir. Birleşik Amerika’da “Sultanın aslanı” olarak nam salan Adalı, Koca Yusuf ayarında bir pehlivandı. Türk gibi kuvvetliler kuşağının en tanınmış güreşçilerinden biridir. Adalı’nın yağcısı “Paşa Mustafa”, güreşseverlere Adalı ayarında pehlivan görmediğini anlatmıştı. 1960′larda 80 yaşında olan Paşa Mustafa, 1900′lerde Kırkpınar’da yağcılık yapmaya başlamıştı. Adalı’yı anlatırken “Gayet geniş sırtı vardı. Filozof bir adamdı. Hiç bir zaman güreşi uzatmak istemez, rakiplerini en kısa sürede yenmeğe çalışırdı. Onun gibi künde atanını, kazık vuranını görmedim” dediğini eskilerimiz bize nakleder.
Yağlı güreşin namlılarından bir diğer pehlivan da Şumnu’lu (Bıyıklı köy) Filiz Nurullah‘tı. Hacı Filiz diye de anılan bu pehlivan 1870 yılında doğmuştu.. Tam adı Ali Nurullah Hasan idi. İki metre iki santim boyunda ve 150 kilo ağırlığındaydı. Avrupa’nın pek çok şehrinde ve Birleşik Amerika’da güreşmiş, pek çok karşılaşmalara fazla iri-yarı olduğundan sokulmamıştı.Desbounet adlı Fransız beden eğitimi öğretmeni Filiz’i anlatırken “O’nun salonda durması bile insanı titretmeğe yetiyordu” demiştir.
Hacı Filiz Fransa’da altın kemer güreşlerinde birinci olmuş, Petersburg ve Londra’da güreşmiştir. Filiz ilk defa Koca Yusuf ve Filibeli Kara Osman ile birlikte Paris’e gitmiş, fiziği ile büyük ilgi çekmişti. Hacı Filiz’in taparcasına sevdiği pehlivan Koca Yusuf idi.
Deliormanlı İbrahim Mahmut ise Koca Yusuf la aynı yaşlardaydı. Hergeleci İbrahim diye nam salmıştı. Babası ve kendisi katırcılık yaparlardı. Hergeleci 1.85 m. boyunda ve 100 kilo civarındaydı. Türk güreşinde en fazla oyun bilen güreşçi olarak tanınırdı. Koca Yusufu Paris’te yenecek güreşçi çıkmayınca Türkiye’den O’nu bulup Paris’e getirirler. Yusuf ile Hergeleci’nin Paris’te yaptıkları karşılaşma yanda kalır. Hergeleci, Koca Yusufu yenememiş, buna karşılık Kel Aliço’nun çırağı Adalı Halil’le Selanik Başçınar’da berabere kalmış, Çorlu’da kılçık atarak galip gelmiş müthiş bir pehlivandı. Güreş sanatını Torlaklı Deli Hafız’dan öğrenmişti. 1923 yılında hayata gözlerini kapatan bu namlı güreşçi İzmit Derbent’teki Sanmeşe Köyü’nde ustasıyla birlikte gömülüdür.
Hergeleci İbrahim, 1899 yılında Paris’te Dünya şampiyonluğu kazanan Kara Ahmet‘in ustasıdır.
Tekirdağlı Memiş de yine Kırkpınar’ın namlılarındandı. “Tekirdağlı Memiş, analar böyle aslan görmemiş” şeklinde kendisine türkü yakılan bu pehlivan 1869 yılında Deliorman’da dünyaya gelmiş 1.92 m.boyunda ve 120 kiloydu. Daha sonra bu pehlivanın Paris, İsveç, Londra ile Berlin’de çekilmiş fotoğrafları oğlu tarafından Tercüman Gazetesi’ne getirilmiş ve daha sonra bu fotoğraflar kaybolmutur.
Hergeleci İbrahim’in çırağı Kara Ahmet, 1870 Hazergrad doğumluydu. 1.80 m. civarında boyu ile 100 kilo civarında da ağırlığı bulunmaktaydı. 1899 yılında Paris’te dünya şampiyonu, bir yıl sonra da şampiyonlar şampiyonu unvanını kazandı. Paul Pons ile yedi saat güreşmelerine rağmen yenişemediler. Ahmet berabere kaldığımız taktirde şampiyonlar şampiyonu unvanın bana geçer demiş ve jüri de bunu kabul etmişti. Neticede şampiyonlar şampiyonu da oldu. Rus güreşçisi Pytlajinski ile üç karşılaşma yapan bunların birini kaybeden Kara Ahmet, yarıda kalan ikinci karşılaşmasından sonra Pytlajinski’yi ellisekiz saniyede tuşladı.
Juliette isimli bir Fransız kızı ile evlenen ve İstanbul’a dönen Kara Ahmet 24 Mayıs 1902 tarihinde genç yaşta beyin kanamasından hayata gözlerini kapattı. Kara Ahmet, yağlıda Koca Yusuf ayarında bir pehlivan değildi.
Kara Osman, Arap Sait, Bursalı Koca Rüstem, Büyük Yaşar, Yaşar İsmail ve Kepsutlu Çakır, Yusuf ve Kurtdereli devirlerinin namlı pehlivanları arasındaydı.
Koca Yusuftan sonraki tanınmış başpehlivanlar arasında ise şu isimleri saymak mümkündür:
Kıyıcı Osman, Tamburacı Osman Pehlivan, Şumnulu Mestan, Kara Mustafa, Salim, Hüseyin Selim, Kara Mehmet, Koç Mehmet, Mehmet Efendi, Mandıralı Ahmet, Koca Hasan, Murat Ali, Neşet, Hüsmen, Koç Ali, Recep Pengal, Salih Süleyman, Tevfik Ali, İbrahim Gazi, Kızılcıklı Mahmut, Kara Ali, Mustafa Ahmet, Kara Safi, Rasim ve Hüseyin.

Ününü bütün dünyaya yayan bu büyük pehlivan 1857 yılında Bulgaristan Deliorman’a bağlı Şumnu’nun Karalar köyünde doğdu. Ufacık bir çocukken köyde danalarla boğuşmaya başladı, sonra kispeti ayağına geçirip güreşmeye koyuldu. Ünü önce Deliorman’ı, sonra Kırkpınar’ı kapladı. Türk güreşinin gelmiş geçmiş en büyük pehlivanı olarak ortaya çıktı. Avrupa ve Amerika’da yaptığı bütün güreşleri kazandı. 1898 yılında Amerika’dan dönerken bindiği vapurun batması sonucu öldü. Mezarı dahi yoktur.

Yalnız Türk güreşinde değil, güreş dünyasında da büyük bir zirvedir. Er meydanları Koca Yusuf’u, güreş tarihimizin en büyük pehlivanlarından biri olan ve 26 yıl Kırkpınar’ın başpehlivanlığını elinden bırakmayan ünlü “Kel Aliço”nun karşısında tanıdı ilk kez. 27′inci yılda da başpehlivanlığı rakipsiz alacağını umarak Kırkpınar’a gelen Kel Aliço burada “Başa güreşeceğim” diyen Deliormanlı Yusuf isminde körpe bir çocukla karşılaştı.
Herkes er meydanlarının pek yaman kurdu Kel Aliço’nun bu “tüysüz kızan”ı karşısına çıktığına pişman edeceğini umuyordu. Ancak Deliormanlı Yusuf, öylesine yaman bir güreş çıkarıyordu ki, buna Kel Aliço da şaşırmış ve güreş alemindeki meşhur gaddarlığını dahi ortaya koymaktan çekinmemişti.

Ancak saatler uzayıp gittiği halde Aliço neticeyi lehine çeviremiyordu. Üstelik ilerlemiş bir yaşta bulunan ünlü pehlivanda yorgunluk alametleri baş göstermiş ve durumu tehlikeye düşmüştü. 26 yılın başpehlivanı Aliço’nun böyle bir pehlivana yenilerek güreş dünyasındaki tahtını kaybetmesine kimsenin içi razı gelmiyordu. Havanın kararmasını fırsat bilenler güreşi yarıda bıraktırmak istediğinde Aliço’nun gür sesi er meydanını kapladı:
– A be burası Kırkpınar’dır… Er meydanıdır buncağaz. Burada yenişene kadar güreş tutulur. Zift fıçıları, çıralar ne güne duruyor? Tutuşturun oncağazları… Pişmiş güreş bırakılır mı hiç? Bu kızancağıza yenilmek kaderimde varsa bırakın yensin beni… Hem ben artık bu er meydanlarından çekileceğim. Aliço’yu yenmek talihini bir daha bu Yusufcağız nerede bulacak?

Aliço’nun bu sözleri Yusuf’u öylesine duygulandırmıştı ki, gözyaşlarını tutamadı ve büyük ustanın eline sarılıp öptükten sonra titrek bir sesle ona adetâ yalvardı:
–Ustaların ustası, pehlivanların pehlivanı, koçyiğit ağam benim! Gel bırakalım şu güreşi. Sözlerinle yendin sen beni. Elimde ayağımda derman komadın. Bu söylediklerinden sonra ben seni tutamam gayri. İstersen sen tut beni, vur sırtımı yere…
Aliço da meydanı çevreleyen kalabalığı teşkil edenler gibi çok duygulanmıştı. Nerede ise ağlayacaktı. Deliormanlı Yusuf’un alnına sıcak bir bûse kondurdu:
– Bu meydan bundan sonra senindir artık. Senin gibi bir pehlivan ortaya çıktıktan sonra gözüm arkada kalmadan ayrılacağım buralardan. Ödül de, başpehlivanlık da senindir. İkisine de güle güle sahip ol. İkisi de sana helal olsun oğul, dedi.

Ve o günden sonra Türk güreşinde Koca Yusuf’un devri başladı. Er meydanlarında kasırgalar yaratıp rakip tanımayan bir kuvvet olarak ortaya çıkan ve yalnız cüssesinden ötürü değil, güreş değerinden ötürü de “Koca” sıfatını alan büyük Türk pehlivanı yenecek rakip bırakmadı. Bunu fırsat bilen açıkgöz organizatörler onu Avrupa’ya götürdüler.

Avrupa’dan sonra Amerika’da yaptığı güreşleri de kazanan ve dünyanın en ünlü pehlivanlarını sıraya dizen Koca Yusuf’a Amerika’da milyoner bir kadın aşık olmuştu. Bu kuvvet ilahından çocuk sahibi olmak istiyordu. Yusuf bunu işittiği zaman, “Ben buraya damızlık gelmedim” diye kükredi.

Avrupa ve Amerika’daki güreşlerinden 800 altın kazanmıştı Koca Yusuf. Bunları kemerine yerleştirip Fransız bandıralı La Buorgogne vapuru ile yurda dönerken bindiği gemi Atlas Okyanusu’nda sis yüzünden İrlanda bandıralı Cromartyshre gemisiyle çarpıştı. 721 yolcunun bulunduğu La Buorgogne, kaşla göz arasında sulara gömülüvermişti.

Bu kez denizin içinde bir panik başlamıştı. Denize dökülenler, filikalara atlayıp canlarını kurtarmak istiyorlardı. da can havliyle bir filikanın kenarına yapışmıştı. Filika’da bulunanlar onun heybetli vücudu ile sandalı devirmesinden korktular. Önce yüzüne, kafasına kürekle vurmayı denediler. Fakat dev yapılı adamın çelik pençeleri sanki filikaya kilitlenmişti. Yarılan kafasından ve suratından akan kanlar posbıyıklarının üzerine doğru iniyordu. Onun bu hali filikada bulunanlara daha büyük bir dehşet vermişti. İçlerinden canavar ruhlu bir tanesi filika içinde bulunan ve ipleri kesmek için kullanılan ufak bir baltayı kaptığı gibi o çelik pençelere vahşi bir ihtiras içinde rastgele indirmeye başladı. Bileklerinden kesilip kopan o çelik pençeler gevşedi ve Koca Yusuf’un o dev vücudu Atlantik Okyanus’unun derinliklerine doğru gömülüp gitti…


  
ALINTI:   http://www.forumca.gen.tr/showthread.php?t=237247

ATATÜRK VE KURTDERELİ MEHMET PEHLİVAN

Türk güreşinin en büyük adlarından biri olan Kurtdereli Mehmet Pehlivan, Balkanlardaki (bugünkü Bulgaristan’da) Deliorman’da dünyaya gelmiş, sonra Balıkesir’in Kurtdereli köyüne yerleşmişti. İlk kez Koca Yusuf’la güreşerek ün yapmıştı. Koca Yusuf onda yetenek gördüğünden güreşi yarım bırakmış, ödülü de ona vermişti. Padişah II. Abdülhamit döneminde Batıya giden pehlivanlar arasında yer alan Kurtdereli, Fransa, İngiltere ve ABD’de büyük başarılar kazanmış, dünya şampiyonu olmuştu. Son kez 1911′de İstanbul’da şampiyon olan Kurtdereli, 11 Nisan 1939 günü 75 yaşında ebediyete göçmüştü.




ATATÜRK VE KURTDERELİ MEHMET PEHLİVAN
Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu), Ankara’da at yarışı alanında 1931 yılının 11,12, 13 Kasım günlerinde, Türk pehlivanları arasında büyük bir yağlı güreş karşılaşması düzenlenmişti. Atatürk ve TBMM Başkanı Kazım Paşa da güreşleri sonuna kadar izlemişti. Türkiye başpehlivanının seçileceği bu karşılaşmaya, Türkiye’nin her tarafından bir çok tanınmış pehlivanlar gelmişti. Eski ve namdar pehlivanlar da bu karşılaşmanın hakemliğine seçilmişlerdi. Başhakem olarak Kurtdereli Mehmet Pehlivan ve Suyolcu Mehmet Pehlivan en büyük yeri almışlardı.
Kurtdereli bu güreşlerde başhakem olarak bulunurken, Anadolu Ajansı, Havacılık ve Spor, Hakimiyet-i Milliye muhabirleriyle konuşmalar yaptı.
Avrupa’da, gençliğinde yaptığı güreşleri anlattı. İşte, bu görüşmeler sırasında Kurtdereli Mehmet Pehlivan bu başarılarının sırrını öğrenmek için kendisiyle konuşanlara, baştanbaşa mücadele ve başarılarla dolu geçmişini anlatırken, birbirini kovalayan büyük zaferlerinin sırrını şöyle açıklamıştı:
” ….Güreşirken bütün Türk milletini arkamda hisseder ve onun şerefini korumak için herşeyi yapardım. Ve sanki bütün Türk milletinin kuvvetinin arkamdan dayandığını hissederdim.”
Prof. Dr. Afet İnan, Atatürk’le ilgili anılarında, bu güreşleri bizzat güreş yapılan yere Atatürk’le birlikte gelerek izlediğini şöyle anlatmaktadır:
“Anadolu Ajansının sorduğu soruyla, Kurtdereli’nin o sözü söylemesinden sonra, Atatürk’e hakem yerinde oturan yaşlı Kurtdereli’yi gösterdiler ve onun hakkında bazı şeyler söylediler. Bu sözler Atatürk’ün hislerinin en derin noktasına tesir etmiş ve bu hal gözlerinden akan birkaç damla yaşla belirmişti.” Türklük ve Türklüğün şerefi, Atatürk’ün üzerine titrediği en mukaddes varlıktır. Atatürk güreşleri seyrederken bilhassa Kurtdereli Mehmet Pehlivandan gözlerini ayırmamıştır. O gün (12 Kasım) Çankaya’ya döner dönmez eski başpehlivana bir mektup yazar ve bu mektubu bir armağanla birlikte Kılıç Ali ve Salih Bozok ile gece yarısı Kurtdereli’ye vermek üzere gönderir. Kurtdereli, Suyolcu Mehmet Pehlivan ile kaldığı “Zafer Oteli”nde uykudan kaldırılır. Atatürk’ün gönderdiği para armağanı (1000 TL) ile kendisine övgüleriyle dolu mektubunu yaşlı Pehlivana verirler. Kurtdereli ummadığı ve beklemediği bu iltifattan dolayı ağlar ve dualar eder.
Atatürk’ün yazdığı ve Türk sporu için bir direktif niteliğinde olan, onun üstün kişiliğini ve üstün görüşünü yansıtan bu mektup şöyledir:

Kurtdereli Mehmet Pehlivana
Ankara
12.11.1931
Seni cihanda ün almış bir Türk pehlivanı olarak tanıdım. Parlak muvaffakiyetlerinin (başarılarının) sırrını şu sözlerle izah ettiğini de öğrendim: “Ben her güreşte arkamda Türk milletinin bulunduğunu ve millet şerefini düşünürdüm.”Bu dediğini en az yaptıkların kadar beğendim. Onun için senin bu değerli sözünü Türk sporcularına bir meslek düsturu olarak kaydediyorum. Bununla, senden ve sözlerinden ne kadar memnun olduğumu anlarsın.
Çoluk çocuğun için sana ufak bir armağan gönderiyorum. O, bu mektubumla beraberdir.
Pehlivan ömrünün tam sağlıkla uzun sürmesini dilerim.
GAZİ MUSTAFA KEMAL
Atatürk’ün mektubuna eklediği armağan ise şuydu:
İş Bankası Umum Müdürlüğüne
Kurtdereli Mehmet Pehlivan’a 1000 T. lira veriniz. Bu para, birinci kanun (Aralık ayı) aylığımdan faiziyle kesilecektir

HOLDİNG DAYATMALARI (Şeker Fabrikaları)

Maxtouch | 20:31 | 0 yorum



Şeker fabrikasının yeniden özelleştirme sürecine alınması sektörü hareketlendirdi. Pancar üreticileri özelleştirmelere karşı tutum alırken, şeker sanayicileri özelleştirmelerin bir an evvel bitirilmesini istiyor. Hükümeti zorlu bir karar süreci bekliyor.  ÖzelleştirmeYüksek Kurulu (ÖYK), Türkiye Şeker Fabrikaları’nın 24 ay içinde özelleştirilmesi yönündeki kararını geçtiğimiz yıl sonunda verdi. ÖYK’nın konuya ilişkin kararı Türkiye Şeker Fabrikaları AŞ’deki (Türkşeker) kamu hisselerinin özel sektör alıcılarına devrini içeriyor. Özelleştirme işlemlerinin  ise 24 ay içinde tamamlanması planlanıyor.
Türkiye’de halen 30 adet şeker fabrikası bulunuyor. Bu fabrikalardan, sürekli zarar eden Kütahya, Kayseri ve Amasya şeker fabrikaları önceki yıllarda özelleştirilmişti. Geride kalan 27 fabrika ise Türkşeker bünyesinde kamunun eliyle yönetilmekte.
Adapazarı Şeker Fabrikası 2005’te S.S. Adapazarı Pancar Ekicileri Kooperatifi’ne devredilirken,   Kayseri Şeker Fabrikası yüzde 91 hissesi 1992’de pancar ekicilerine devredilerek özelleştirildi. Son olarak Kütahya Şeker Fabrikası 2004’te, yüzde 56 hissesi,  Aziz Torun’un sahibi olduğu Torunlar Gıda’ya satıldı.
Türkşeker, 2000 yılında özelleştirme kapsamına alınmış ve 2003 yılında özelleştirme yol haritası belirlendi.  30 şeker fabrikası için 2003’de oluşturulan özelleştirme yol haritası, 2005 yılında revize edildi. Buna göre fabrikaların özelliklerine, bölgesel dağılımlarına, kapasitelerine, yöre ve ekonomi için önemlerine göre 2’li, 3’lü paketler ve portföyler oluşturularak kârlı fabrikanın tek başına değil, zarar eden 1 veya 2 fabrika ile birlikte satışa çıkarılması şeklinde bir özelleştirme öngörüldü.
3 fabrikanın satışını Danıştay iptal etti
2006’da Türk Şeker bünyesindeki Bor, Ereğli ve Ilgın Şeker Fabrikalarının satışını gündeminde alan ÖYK kararı, Şeker İş Sendikası’nın açtığı dava sonucu Danıştay kararı ile engellenmişti. ‘’Satışları şeker sektörünün geleceği açısından zararlı olabilir”  gerekçesiyle karşı çıkılan Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun 9 Nisan 2007 tarihli kararının satışını durdurduğu 3 fabrika da Türk Şeker’in en karlı fabrikaları konumundaydı. Yerli-yabancı 10’a yakın firmanın ilgilendiği 3 fabrika, Türk Şeker’in toplam üretiminin yüzde 16’sını karşılıyor.
Şeker piyasası diken üstünde
Şeker Fabrikalarının özelleştirmesi ile ilgili ÖYK’nın aldığı son karar şeker piyasasını yeniden hareketlendirmiş durumda. Pancar şekeri sektörü, Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) sektörünün pazar paylarını daralttığından şikayet ederken, NBŞ sektörü kotalarının yetersizliğinden söz ediyor. Bir başka ifade ile Hükümet iki önemli kesimi de karşısına almayacak bir denge noktası bulma arayışında. Zira sektördeki sorunların çok yönlü oluşu, göz ardı edilemeyecek iki tarafı etkiliyor olması Hükümet için de kolay  bir çözüme gidilmesini zorlaştırıyor. Nitekim bir önceki Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun, bakanlığı  döneminde sektörün sorununu çözeceği yönünde açıklamalar yaparken, sorunu çözemedi. Ali Coşkun’dan bakanlık koltuğunu devr alan Bakan Zafer Çağlayan ise geçtiğimiz günlerde Şekerli Mamuller Derneği toplantısında, şeker sanayicilerine bu sorunu bir an önce çözeceği ‘müjde’sini verdi. 
Şeker sorununda taraflar ne diyor?
Fabrikaların özelleştirilme kararının yakından ilgilendirdiği bir taraf, şeker pancarı üreticileri,  30 bine yakın Türk Şeker çalışanı olurken, bir diğer taraf ise Nişasta Bazlı Şeker üreticileri ve şekerli mamul üreticisi sanayiciler oluyor. NBŞ üreticileri ve sanayiciler söz konusu fabrikaların bir an önce özelleştirilmesi için hükümete baskı kurarken, işçiler adına temsil yetkisini elinde bulunduran Şeker İş  Sendikası ve 700 bine yakın şeker pancarı üreticisi özelleştirmelere karşı bir tutum içinde.
Sürecin önemli taraflarıdan biri olan işçiler ve şeker pancarı üreticilerinin fabrikalara karşı çıkışı şu temel gerekçelere dayanıyor: “İhale süreci başladığı andan itibaren, Türkşeker’in yalnızca kâr eden fabrikalarına talep gelecek diğerleri ise kapanacak.  Bir başka deyişle sadece 5-6 kârlı fabrikaya talep gelecek, diğer şeker fabrikaları ve yan tesisler satılamayacak ve kapatılmak zorunda kalınacak.  Fabrikaların 15 ile 18 tanesi kapanacak. Ayrıca Türkşeker bünyesinde bulunan 5 adet makine, 1 adet elektromekanik aygıtlar, 1 adet tohum işleme ve 4 adet alkol fabrikası ve 2 adet tarımsal işletme de aynı akibete mahkum edilmiş olacak. Pancar üretiminden vazgeçilmesi, yaklaşık 6 milyon kişiyi işinden aşından edecek  Şeker fabrikalarında  istihdam edilen 30 bine yakın işçinin istihdamı konusunda belirsizlik yaşanacak”.
Sorunu diğer tarafı olarak yer alan NBŞ üreticileri ve şeker sanayicileri, özelleştirme sürecinin etkin bir biçimde işlemesini şu temel gerekçelere dayandırıyor:  “Türkiye’de şeker fiyatları dünya ortalamasının üzerinde. Şekerli ürünlerde girdi maliyetlerindeki yükseklik, maliyetlerimizi artırıyor, özellekle dünya piyasalarında rakiplerimize karşı rekabet etmekte zorlanıyoruz. Şeker Pancarı yerine NBŞ kotalarının yüksek olması bizim daha düşük maliyetlere katlanmamız, ve daha çok ürün satmamız anlamına geliyor.”
Rakamlarala Türkiye’de şeker tablosu: 
Şeker Fabrikaları Türkiye’de sanayinin ilk ürünleri olma özelliğini de taşıyor. Zira,
ilk şeker fabrikaları 1926 yılında Alpullu ve Uşak’ta faaliyete geçerek şeker üretimini gerçekleştirir.
Türkiye’nin yıllık tatlandırıcı talebi 2,3  milyon ton düzeyinde. Tatlandırıcı talebinin;  yüzde 70’i   Türkşeker Fabrikaları (27 Adet) , yüzde 20’si Pankobirlik Fabrikaları (3 Adet), yüzde 10’u Nişasta Bazlı Şeker Fabrikaları (6 Adet) tarafından karşılanmakta. Türkiyede tatlandırıcı sektörü bünyesinde; altı adet pancar şekeri üreticisi ve beş adet nişasta bazlı şeker üreticisi olmak üzere on bir şirket faaliyet göstermektedir. Türkiye’de pancar şekeri üretimi 2005-06  döneminde 2 milyon 70 bin ton oldu.
Türkiye’de  NBŞ bazlı şeker üretimi ise1990’lı yıllarda başlamış olup, son yıllarda şeker pancarı kökeli şekere göre ciddi bir oranda arttı. Türkiye’de son altı yıl içinde nişasta kökenli glukoz üretimi yüzde 486 oranında artış gösterirken, şeker pancarı kökenli şeker üretimindeki artış yüzde  64 seviyesinde kaldı.. Nişasta bazlı şeker üretimi Şeker Kurumu’nun en son aldığı karara göre yüzde 15 kota seviyesinde. Ve 2005-06 döneminde 415 000 ton nişasta bazlı şeker üretildi.
NBŞ kotasında AB’yi katladık!
Yine Türkiye’deki  NBŞ  kotaları ile AB ülkelerinde yürülükte olan NBŞ kotaları arasında oransal olarak büyük bir fark var. Türkiye’de NBŞ kotası yüzde 15 iken AB ülkelerinde bu oran yüzde 2. Bir başka ifade ile: 455 milyon nüfuslu  25 AB ülkesinde yıllık 500 bin ton NBŞ üretilirken, Türkiye’de bu rakam 415 bin ton. Türkiye’de kişi başına 5 kg. NBŞ düşerken, 25 üyeli AB’de kişi başına düşen NBŞ miktarı 1 kg. civarında.
Şeker fabrikalarına kimler talip? 
Şeker fabrikalarının özelleştirmesine  talip olan kesimlerden biri şeker sanayicileri. Başkanlığını Şemsi Kopuz’un yaptığı Şekerli Mamuller Derneği (ŞEMAD), 30 Temmuz 2001’de kurduğu  ŞMS (Şekerli Mamül Gıda Sanayi A.Ş.) ile özelleştirme aşamasında, verimli şeker fabrikalarına talip. Hammaddeyi en pahalı olarak şekerli mamul sanayicilerinin aldığını düşünen ŞEMAD üyeleri fabrikaların özelleştirilmesi sürecinde Konya Şeker ile birlikte hareket etme kararında. Şeker fabrikalarının diğer muhtemel alıcıları ise şunlar:
Altı özel şeker fabrikası bulunan Pankobirlik, Bal Küpü markası ile tanınan Keskinkılıç ve Kütahya Şeker Fabrikası’nı özelleştirme kapsamında satın alan Torunlar Gıda. Yerli alıcıların yanı sıra yabancı şirketlerin de söz konusu fabrikalarla ilgili: Alman Sudzucker, Fransız Saint Louys Surce ve İngiliz British Sugar firmaları da Türkiye pazarını ve özelleştirmeleri yakından takip eden yabancı şeker firmaları arasında yer alıyordu. 1995 yılında başlayan şeker fabrikalarındaki özelleştirmelerde hala yol alınamadığını vurgulayan ŞEMAD Başkanı Kopuz, , şeker kullanan sanayiciler olarak şekeri dünya fiyatlarının 3-4 misli fazla fiyatla aldıklarını, “Kalitenin artması, fiyatların makul ölçülere inmesi için” şeker fabrikalarının özelleşmesine Konya Şeker Fabrikası ile birlikte ŞEMAD üyeleri olarak talip olduklarını açıklamıştı.
 NBŞ pazarının yüzde 46’sı Cargill’in elinde
Türkiye’de, kotası bulunan 5 NBŞ firması var. Bu firmalar Cargill, Amylum Nişasta, Pendik Nişasta (Cargil-Ülker ortak), Tat Nişasta ve Sunar Nişasta. Bunların toplam kapasitesi son yıllarda hızla artmış ve 936 bin tona çıkmış durumda. Sektördeki firmaların NBŞ üretim kotaları ise; Cargill 161.858 ton, Amlyum Nişasta 96.498 ton, Pendik Nişasta  48.260 ton, Tat Nişasta 29.937 ton ve Sunar Nişasta 14.597 ton olarak dağılmaktadır. Cargill, 351 bin tonluk NBŞ kotasının da 161,9 bin tonunu üretmekte ve NBŞ pazarının % 46’sını elinde bulundurmakta. Yine Cargill ile Ülker’in yarı yarıya ortak olduğu Pendik Nişasta da kotadan 48,3 ton pay almaktadır. Bu iki şirketin toplam kotası ve pazar payı yaklaşık yüzde 60’a ulaşmakta.
http://dincergokce.blogcu.com/sektorun-kendisi-seker-tablo-aci/6502244

AKP nin RANT kapısı Yeni İhale Kanunu

Maxtouch | 20:14 | 0 yorum


Serdar Harp: ‘Bu dört yıllık soygun yasası’            

“Yeni İhale Kanunu ile artık milyarlık ihalelere sadece üç firma davet edilecek ve iş birine verilecek. Hem de dört yıllığına. Devlet ihaleleri halka kapatıldı, rekabet tamamen bitti.”  “Siyaseti müteahhitler finanse eder. Siyasiler de iktidara gelince onlara borçlarını ihalelerle öder. Bunu AKP başlatmadı. Ama AKP şunu başlattı: İhaleler hiç bu kadar pervasız yapılmadı.”  ***  

NEDEN? SERDAR HARP

Türkiye’de siyasetin en çok kirlendiği yerlerden biri devlet ihaleleri. Devlet ihaleleri dediğimiz, devletin yaptığı bütün yatırım ve harcamalar… Baraj yapımından toplu konut inşaatına, gıda malzemesinden makine, teçhizat, otomobil, danışmanlık hizmetleri satın almaya kadar akla gelebilecek her türlü yatırım ve harcamalar bunlar. Milyarlarca dolarlık bu ihaleleri, siyasi iktidarlar eskiden beri kendi yandaşlarına vermeye uğraşıyorlar. Bu yolla kendi yandaşlarına güç, imkân ve büyük gelir sağlıyorlar. Bu çarkın yürüyebilmesi için de bu ihaleleri ciddi denetlemiyorlar. Bu ihaleleri alan müteahhitler de buna karşılık siyaseti finanse ediyorlar. Ama ihaleler denetimsiz yapıldığı için, devlet binaları, okullar, yurtlar, yollar vb. depremlerde, sel felaketlerinde ilk çöken yerler oluyor. İnsanlar ölüyor, hesap sorulamıyor. Devlet ihalelerinin uyması gereken bir de kanunu var. AKP iktidarı, işte bu İhale Kanunu’nu altı yılda tam 16 kez değiştirdi. Şu an Çankaya’da Cumhurbaşkanı Gül’ün onayını bekleyen son İhale Kanunu ise denetimi neredeyse tümüyle ortadan kaldırıyor. Biz de, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği TMMOB’un İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı Serdar Harp’le bu yasanın taşıdığı büyük tehlikeleri konuştuk.  

***  

NEŞE DÜZEL: Altı yıllık AKP iktidarında on altıncı kez değiştirilen İhale Kanunu şimdi onaylaması için Cumhurbaşkanı’nın önünde. Niye bu kanun 16 kez değiştirildi?

SERDAR HARP: AKP hükümeti 1999 depreminden ve 2001 krizinden sonra iktidar oldu. İktidar olduktan bir yıl sonra da, devlet ihalelerinde güvenilirliği ve kaliteyi artırmak, rekabeti, şeffaflığı ve denetimi sağlamak, böylece yolsuzluğu önlemek, bütün bunların yanında bir de AB’ye uyumu gerçekleştirmek amacıyla İhale Kanunu’nu değiştirdi. Ayrıca kamunun ihalelerini denetlemek için de bağımsız bir kurum olan Kamu İhale Kurumu’nu kurdu. Rekabet ve şeffaflığı sağlaması için ona büyük yetkiler verdi.

Bu İhale Kanunu, bütün kamu kuruluşlarını sıkı bir biçimde kapsamına almıştı. Niye bu kadar çok değiştirildi?

Bütün bu değişiklikler, siyasi iktidarın kendi rant alanlarını genişletmek için yaptığı hamlelerdir. Nitekim İhale Kanunu’nda yapılan ilk değişiklikler kamu ihalelerinde ‘anahtar teslim proje’ isteminden vazgeçmek, belediyelerin ve TOKİ’nin yaptığı işleri İhale Kanunu kapsamının dışına çıkarmak oldu. Bugün TOKİ’nin yaptığı işleri kimse denetleyemiyor. Belediyelerin de pek çok işi denetlenemiyor. Vazgeçilen ‘anahtar teslimi proje’ yöntemine gelince…

Bununla ne amaçlandı?

Bu yöntemde, yapılan işin kaça çıkacağı baştan bilinir ve iş o fiyata bitirilir. Halbuki öteki yöntemde, ihale edilen işin fiyatı yıllık fiyat artışlarıyla birlikte yükselir. Sonunda iş çok yüksek rakamlara biter. Yolsuzluğa açık bir sistemdir bu. Devletten 60 milyon dolara aldığınız işi öyle kolayca 300 milyon dolara çıkarırsınız bu sistemde.

Şu anda ihale sistemimiz şeffaf mı bizim?

Asla değil. 2002’de yapılan İhale Kanunu hiç yürürlüğe girmedi biliyor musunuz? Onu, yürürlüğe girmeden değiştirdiler ve bazı ihalelere muafiyetler getirdikten sonra yasayı 2003’te yürürlüğe soktular. Sonra yapılan her değişiklikle de, daha çok sayıda kamu kurumunu İhale Kanunu’nun kapsamından ve Kamu İhale Kurumu’nun denetiminden çıkardılar. Anlayacağınız bugün devletin pek çok kurumu devletin İhale Yasası’na tâbi olmadan, kendi davet ettikleri firmalarla özel ihaleler yapıyorlar. Çankaya’ya gönderilen son İhale Kanunu, şeffaflığı tamamen ortadan kaldırıyor. Yapılan son değişikliklerle bu İhale Kanunu yasa dışılığı yasalaştırıyor.

Bizim ihale yasamızda rekabet esası çalışıyor mu? Bu yasayla, gerçekten işi en iyi yapabilecekler kazanıyor mu?
Kazanmıyor çünkü rekabet yok. Rekabetin olabilmesi için ihalelerin kamuya açık olması ve her yeterli olanın ihaleye girebilmesi gerekir. Ama oluşturulan sistem bu değil ki. İşin, daha baştan kime verileceğinin belli olduğu bir sistem kuruldu. İhaleler davet usulüyle yapılır hale geldi. Yani, o işi yapabilecek yeterlilikte olanlara ihale kapatıldı, sadece davet edilen üç, beş firmayla ihaleyi yapma yöntemi benimsendi.

Bu milyarlık, bazen de trilyonluk ihalelere hangi firmaların davet edileceğine kim karar veriyor?

İhaleyi yapan kurum karar veriyor. Firmaların yeterliliklerini kendisi tespit ediyor. Üstelik bu kriterlere göre yeterli olanların hepsini de ihaleye davet etmiyor. Özellikle Çankaya’ya gönderilen son İhale Kanunu, davetle ihale sisteminin kapsamını daha da genişletti. Buna yapım, inşaat işlerini de soktu. Ayrıca davet edilecek firmaların sayısını da üçe düşürdü. Anlayacağınız ihaleler hem KİK denetiminin dışına çıkarıldı hem de davet usulü benimsenerek ihalelere siyasi iktidarın istediği kişilerin ve firmaların çağırılmasının yolu daha da açıldı. Tabii ki bunlar iktidar partisini finanse eden firmalar olacak. Artık devletin ihalelerinde rekabet tamamen bitti. Şeffaflık falan kalmadı.

Daha önce var mıydı?

AKP yaptığı her değişiklikle serbest rekabeti ve şeffaflığı törpüledi. Son değişiklikle de işin doruğuna çıktı. Oysa AB, Türkiye’den şeffaflık ve rekabet talep ediyor. Son İhale Kanunu’yla AB kriterlerinden tamamen uzaklaşıldı. Okuldan konut inşaatına, fabrikadan köprü, baraj yapımına, devlete makine, malzeme, gıda alımlarından otobüs alımlarına kadar kamuda ihale konusu olan her şey muafiyet kapsamına alındı. İhale Kanunu öyle bir hale getirildi ki, artık üç firma davet edilecek ve birine ihale verilecek. Hem de dört yıllığına verilecek.

Niye dört yıllığına verilecek?

Çünkü bir de çerçeve anlaşması denilen yöntemin kapsamı genişletildi. Eskiden sadece ilaç için yapılan bu anlaşma türü şimdi danışmanlık hizmetleri de dahil devletin bütün mal ve hizmet alımları, yapım işleri için de yapılabilecek. Ve bu anlaşma dört yıllık olacak. Ayrıca şu da var. Eskiden 10 milyon YTL’nin üstündeki işlerin açık ihale edilmesi gerekirken bu eşik değer de son yasada kalktı. Gerçi duble yollarda olduğu gibi büyük işleri parçalayıp gene davet usulüyle kendi adamlarına veriyorlardı ama şimdi parçalamaya da gerek kalmayacak. Çok büyük işler de artık siyasi iktidarın adamlarına verilecek.

Kamu İhale Kurumu yeni yasadan sonra ihaleleri ne ölçüde kontrol edebilecek?

Bütün ihaleler bundan sonra sadece şeklî bir denetime tâbi tutulabilecek. KİK, ihaleleri ancak bir evrak eksik mi gibisinden şeklen denetleyebilecek. Ancak ihaleye itiraz yapıldığında devreye girebilecek. Bağımsız bir denetim kurumu olan KİK tamamen işlevsizleştirildi. Zaten pek çok ihale denetlenemiyordu, ihalelerin şeffaflığı ve güvenilirliği şimdi iyice ortadan kalktı. Size son yasayla iyice yaygınlaştırılan davet usulü ihale sisteminin ne olduğunu anlatayım.

Davet usulü ihale sistemi nedir?

Mesela üç milyar dolarlık ‘Yedi Tepeye Yedi Tünel’ projesinin ihalesi davet usulüyle yapıldı. Biz bu KİK’e başvurduk ve ihalenin açık yapılmamış olmasına itiraz ettik. Ama karşımıza “Acil işler, genel ihale şartlarının dışındadır. Bu işler için açık ihale yapılmaz. İşler, davet usulü verilir” maddesi çıktı. Peki, acil işler neydi? Savaş, salgın, afet, deprem, dış politika gibi durumlardı. İstanbul Belediyesi ‘Yedi Tepeye Yedi Tünel’ ihalesini deprem kapsamına sokup davet usulü yaptı. İşte biz buna itiraz ettik. KİK de araştırıp kararını verdi. “Bu projenin depremle ilgisi yok. Bu ihale yanlış” dedi. Ama ihaleye girenler firmalardan hiç biri bu ihaleye itiraz etmediği için KİK ihaleyi iptal edemedi.

Niye edemedi?

Çünkü İhale Kanunu 2002’den beri getirilen muafiyetlerle delik deşik edildi. Getirilen bir muafiyet de şuydu. Davet usulüyle yapılan ihale usulsüz olsa da, eğer katılan firmalar itiraz etmezse KİK tarafından denetlenemiyor. Dışarıdan itiraz yapılamıyor. Biz Mühendisler Odası olarak ihalelere itiraz edemiyoruz. Hele hele Cumhurbaşkanı’nın onayına sunulan son İhale Kanunu daha da ileriye gitti. Bütün kamu ihaleleri gerçek bir denetimden muaf hale geldi. KİK’in denetleme yetkisini tamamen ortadan kaldırdı.

Bazı ihalelerde işlemler gerçekten çok fazla ve işi çok geciktirici değil mi? Bu şartların değiştirilmesi gerekmiyor mu?

İhalelerde elektronik sisteme geçilmesi olumlu bir adım. Ama esas olan eşitlikçi, rekabetçi, denetlenebilen bir ihale sistemi kurmaktır ve elektronik ihaleyi böyle bir sistemde yapmaktır. Böyle bir şeffaf sistem hem meslek örgütleri hem de odalar tarafından desteklenir.

Neden ihalelerin denetimi önlendi bu yasayla?

KİK’in ihaleleri iptal etmesini engellemek için yapıldı bu. Cumhurbaşkanı yasayı onaylarsa, ‘adrese teslim, ihalesiz ihale dönemi’ başlıyor Türkiye’de. Geçmişte usulsüzlük iddiasıyla mahkemelere başvurduğunuz bütün ihaleler bugün bu yasayla yasal hale geliyorlar. Eskiden, yapılan ihalelere itiraz edebiliyorduk. Son yasayla itiraz edemeyeceğiz. Sadece ihaleye katılanlar itiraz edebilecekler ve KİK de onlar itiraz ettiği takdirde ihaleyi inceleyebilecek. Bütün bunlar, vatandaşın parasını birilerine aktarmak demektir.

Birçok malın ve hizmetin ihalesi de denetim dışı bırakılıyor. Askerî araç gereçler denetim dışı mesela. THY’nin uçak alımı denetim dışı. Bunlar niye denetim dışı?

Cevabı çok net. En çok rüşvetin döndüğü alanlar bunlardır da onun için. Savunma tamamen denetim dışındadır. Ne sorgulayabilirsiniz, ne yargılayabilirsiniz, ne de ihalenin niteliğini, neyin alındığını bilirsiniz. İstedikleri gibi verirler alırlar. Şimdi bütün sistemi üç aşağı beş yukarı bu hale getirecekler. Amaç da bu zaten…

Yılda, ihalelerle alınan mala ve hizmete devlet ne kadar para harcıyor?

200 milyar YTL civarında para harcıyor… Bunun rüşvete gideni yüzde 10-15’tir. Yani yaklaşık 30 milyar YTL rüşvet döner ihalelerde.

Avrupa Birliği’nin ihale yasasıyla bizimki arasında ne tür farklar var?

AB’nin ihale yasasında rekabet var, şeffaflık var, denetim var. İşler, yeterli olana verildiği için güvenilirlik var.

AB’nin ihale şartları bütün üye ülkeler tarafından uygulanıyor mu?

Tabii uyguluyorlar. Son İhale Kanunu’yla AB’nin kriterlerinden tamamen uzaklaştık biz. Üstelik bunu, AB üyeliğini istediğini söyleyen AKP yaptı. Biz bu İhale Kanunu’yla AB sürecini yürütemeyiz. Ama AKP de zaten bir, iki yılda ne yaparsam yaparım mantığıyla hareket ediyor.

Anlamadım…

Böyle bir ihale kanunuyla müzakereleri sürdürmem dediğinde AKP bu kanunu değiştirir. Ama o zamana kadar da yandaşlarına kamunun işlerini dört yıllığına davet usulüyle ve çerçeve anlaşmalarıyla vermiş olur. AKP bu kanunla kamunun dört senesini satacak. Bütün yapım, inşaat işlerini, mal ve hizmet alımlarını dört yıllığına kendi taraftarlarına ihale edecek. Mesela okul yapma işini dört yıl boyunca davet usulüyle birkaç firmaya verecek. Cumhurbaşkanı bu yasayı onaylarsa, Türkiye inanılmaz bir yolsuzluk dönemine girecek. Üstelik bu İhale Kanunu’yla ileride bu yolsuzluklarla ilgili hiçbir dava açılamayacak.

Niye açılamayacak?

Çünkü bu İhale Kanunu’yla yolsuzluklar artık yasal hale gelecek. Çünkü bütün yolsuzluklar yasal bir kılıf içinde yapılacak. Türkiye bugüne dek böyle bir ihale yasası hiç görmedi. AB’ye üyelik sürecinde ihale şartları iyileştirileceğine sürekli istisnalar getirilerek, ihale yasası hiçbir sınır tanımayan, kamu ihalelerinin adrese yapılacağı bir sisteme dönüştürüldü. Kamu yaptıracağı işlerle, satın alacağı mal ve hizmetlerle ilgili ihalelerin yüzde 80’ini son yasayla artık davet usulü yapılacak. İşler davet edilen üç kişiden birine verilecek.

Eskiden nasıldı?

Eskiden çerçeve anlaşması sadece kamunun ilaç alımında yapılıyordu. Ve ihaleye 25 firma çağırılıyordu. Şimdi her türlü ihaleye üç firma davet edilecek ve inşaat işleri bile çerçeve anlaşması kapsamına sokulacak. Rekabete açık şeffaf bir ihalenin yüzde 30-40 üstünde bir fiyatla, ihaleler, davet edilenlere verilecek. Aradaki fark da bir biçimde paylaşılacak. Amaç, kamu ihalelerini önlerinde hiçbir engel olmaksızın, istedikleri insanlara istedikleri fiyatla vermek, kalan dört yıllık iktidar dönemlerinde yandaşlarına ve yakın çevrelerine uzun vadeli işler yaptırmak.

Türkiye’de siyasetle müteahhitlik arasındaki ilişki nedir?

Siyaseti müteahhitlik finanse eder. Dolayısıyla siyasetçiler iktidara geldikten sonra müteahhitlerin önünü açarlar. Hem onlara geçmiş borçlarını ödemek hem de gelecekteki finansmanlarını yaptırmak için yaparlar bunu. Türkiye’de siyaset özellikle 1970’lerden beri kamu ihaleleri yoluyla finanse ediliyor. Bunu AKP başlatmadı. Ama AKP şunu başlattı. Kamu ihaleleri hiçbir dönem bu kadar pervasızca yapılmadı. İstisnalar, davet usulü ihaleler, çerçeve anlaşmaları hiç bu kadar yaygın olmadı. Rekabet, denetim tamamen bitti. Sistem tümüyle usulsüzlüklere ve yolsuzluklara açıldı.
İhalelerin giderek daha denetimsiz hale getirilmesi vatandaşın güvenliği açısından bir tehlike yaratıyor mu peki?
Bu da işin başka bir vahim yönü. Bu çok tehlikeli bir sistem! Sadece vatandaşın parasını değil, denetimsizlikten ötürü can güvenliğini de tehlikeye atacak bu sistem. Bu yüzden Cumhurbaşkanı’na bu yasayı onaylamaması için seslenmeliyiz. Özellikle inşaat işlerinde büyük tehlike yaratıyor şimdi bu kanun. Böyle rekabetsiz ve denetimsiz bir sistemle, kamunun bütün işleri yeterli olmayan firmalara verileceğinden, şimdi çok daha kötü olaylar yaşanacak. Çünkü bu durumda daha çok sayıda okul da çöker, yol da göçer, alt yapılar da patlar. Çocuklar, insanlar ölür. Cumhurbaşkanı bu yasayı onaylamamalı. Çok kötü bir yasa bu!

CHP ve MHP daha iyi bir ihale kanunu için gereken çabayı gösteriyor mu?

Hayır göstermiyorlar. Yasayla ilgili hiç ses çıkarıyorlar mı? Çıkarmıyorlar. Çünkü onlar da müteahhitlikten besleniyorlar. İktidara geldiklerinde onlar da bu yasadan yararlanacaklar. Siyaset Türkiye’de çok kirlendi.

Siz müteahhit misiniz?

Evet. Ama biz bugüne devletle ve belediyelerle hiç iş yapmadık. Biz sadece özel sektöre müteahhitlik hizmeti veriyoruz. Son yasayla, mühendislik eğitimi görmüş insanların yeterlilik şartlarını da değiştirdiler. Teknik elemanları ihale sürecinin dışına attılar.

Ama sonuçta bütün bu denetimsiz ihalelerin evraklarında mühendislerin imzaları da bulunuyor, öyle değil mi?

Firmalar denetlenmedikleri için göstermelik inşaat mühendisi imzalarıyla da iş yapabiliyorlar. Ama bizim Oda olarak yetkimiz çok sınırlı. Biz meslek ahlakına bu tür işlemleri tespit ettiğimizde o kişiyi onur kuruluna veriyoruz. Meslekten sadece üç ay men edebiliyoruz. Üç ay sonra tekrar mesleğe dönüyor. Bakın… Mühendislik Yasası’nın tarihi 1938. Bu yasa değiştirilmiyor ama 2002 tarihli İhale Yasası 16 kez değiştiriliyor. Gene büyük rantlar yaratan, yolsuzluklara yol açan İmar Kanunu’na hiç dokunulmuyor ama İhale Kanunu’yla durmadan oynanıyor. Türkiye’de siyaset çok kirli, çook…
http://www.taraf.com.tr/nese-duzel/makale-serdar-harp-bu-dort-yillik-soygun-yasasi.htm
“AKP son değişiklikle denetimsizliğin doruğuna çıktı. Artık devletin tüm ihaleleri sadece şeklen denetlenebilecek. İhale usulsüz de olsa, katılan üç firmadan biri itiraz etmezse hesap sorulamayacak.”
 
 
Support : Creating Website | Johny Template | Mas Template
Copyright © 2011. VİTRİN - All Rights Reserved
Template Modify by Creating Website
Proudly powered by Blogger